• 1 Project 1
    Suspendisse turpis arcu, dignissim ac laoreet a, condimentum in massa.
  • 2 Mikrodünya Mucizesi
    uisque eget elit quis augue pharetra feugiat.
  • 3 Project 3
    Sed et quam vitae ipsum vulputate varius vitae semper nunc.
  • 4 Project 4
    Lorem ipsum dolor sit amet, consectetur adipiscing elit.

Mantar ve kök Yardımlaşması

| | Comments: (0)
Son yıllarda yapılan araştırmalar kökler hakkında çok ilginç bilgileri ortaya çıkarmıştır. Bilimsel adı Arbuscular Mycorrhizal fungi olan mantarlarla kökler arasındaki yardımlaşma bilim adamlarında hayranlık uyandırmıştır. Kökler ihtiyaç duydukları nitrojen ve fosforu mantarların yardımıyla temin eder. Bu mantarlar da, ağaçlardan fotosentez yoluyla temin ettikleri karbon bileşiklerini alır.

Evinizin ihtiyacını karşılamak için birisine para verseniz, o da gidip marketten istediğiniz şeyi bulup sizin için getirse bunun için tesadüflerin eseri bir alışveriştir demek ne derece mantıklı olacaktır? Elbette ki bu son derece mantıksız bir düşüncedir. Peki kendileri için fayda-zarar nedir bilmeyen bu canlılara böyle bir yardımlaşmayı kim yaptırmaktadır? Ağaçlar, mantarların kendilerine gerekli olan fosforu ve nitrojeni karşılayabileceğini nereden bilmektedirler? Kuşkusuz, mantarların ağacın yardımına koşmaları, ağaçların da mantarlara yarar sağlamaları doğadaki yardımlaşmaya güzel bir örnektir. Araştırmaların gösterdiği çok ilginç bir sonuç daha vardır. Farklı ağaç türleri arasında da nitrojen yardımlaşması vardır. Bu yardımlaşmada da taşıyıcılar yine mantarlardır.

Mantar ve Çimen Dostluğu

| | Comments: (0)
Çim ile mantar birbirleriyle yardımlaşıp yüksek sıcaklıklara karşı koyuyorlar!

Lassen volkanik bölgesi ve Yellowstone National Park alanlarında araştırmalar yapan bilim adamları, 50 derecenin üstündeki sıcaklıklara dayanabilen bir mantar ve bitki türü keşfettiler(1). Bu kadar yüksek sıcaklıklara dayanabilen canlılara çok nadir rastlanıyor. Ancak bu iki türü daha da özel kılan şey, yüksek sıcaklıklara ancak ve ancak ikisi bir arada olduğunda dayanabilmeleri. Canlı türlerinin yaşamlarını sürdürmede birbirlerine bağlı olduğu, karşılıklı yardımlaşma içinde oldukları bu tür ilişkilere “Simbiyoz” deniyor.

“Curvularia” cinsine ait olan mantar türü, “Dichanthelium lanuginosum” adlı çim türünün kökleri arasında yaşıyor. “US Geological Survey” adlı bilim araştırma kurumundan Russell Rodriguez ve arkadaşlarının tespitlerine göre, tek başlarına 50 dereceye dayanamadıkları halde bir arada bulunduklarında 65 dereceyi bulan sıcaklıklara kolayca dayanabiliyorlar.

Birbirlerinin yaşam standartlarını yükseltebilmeleri, canlıların fizyolojilerinin birbirine uygun yaratıldığının bir göstergesi. Çünkü mantar ile bitki arasında özel kimyasallar değiş tokuş ediliyor. Böylelikle kendi vücutlarında üretemedikleri proteinleri “ithal etmiş oluyorlar”. Mantar da bitkinin köklerinde biriken ısıyı ondan uzaklaştırmış oluyor.

Bu simbiyotik ilişki her iki canlının fizyolojisini birbirine uygun şekilde vareden bir Tasarımcı’nın varlığını gösteriyor.



(1) Redmann, R. S., Rodriguez, R. J., Sheehan, K. B., Stout, R. G. & Henson, J. M.. Thermotolerance Generated by Plant/Fungal Symbiosis. Science, 298, 1581, (2002).
http://www.nature.com/nsu/021118/021118-10.html

Roket Mühendisi Bakteri

| | Comments: (0)
Gözle görülemeyecek kadar küçük bir canlı sizi ne kadar şaşırtabilir? Emin olun bu habere konu olan bakteri sizi çok şaşırtacak.

Yandaki fotoğraf, İngiliz bilim dergisi New Scientist’in internet sitesinde yayımlandı(1) . Fotoğraftaki bakteri içinde bulunduğu hücreden çıkarken görüntülenmiş. Ancak bakteri bu çıkışı hiç de alışılmadık bir şekilde, bir taşıt yardımıyla gerçekleştiriyor. Kullandığı taşıt ise bir roket!

Kırmızıyla renklendirilmiş bakteriler Burkholderia pseudomallei türüne aitler. Kırmızı renkli bu bakterilerin içinde bulunduğu hücre ise bir bağışıklık sistemi hücresi olan makrafoj hücresi. Habere konu olan roket ise en sağdaki bakterinin arkasında yeşil bir kuyruk halinde görülüyor. Bakteri hücreden tam fırladığı anda bilim adamlarınca fotoğraflanmış.

İngiltere Hayvan Sağlığı Kurumu araştırmacılarından Edouard Galyov ve arkadaşları tarafından gerçekleştirilen bir çalışmada bu roket sisteminin detayları aktarılıyor. Molecular Microbiology Dergisi’nde yayımlanan araştırmalarında, roketin yapımında hücredeki aktin moleküllerinden yararlanıldığı belirtiliyor(2).

Aktin, hem kuvvetli hem de hassas bir molekül. Bu moleküller dinamik karakter gösterirler yani hareketle ilgilidirler. Daha çok kas hücrelerinde bulunurlar. Bu dinamik özelliği sayesinde bakteri roketinin “ateşleyici gücünü” oluşturuyor.

Bakterinin roket ateşlemesi şöyle gerçekleşiyor: Makrofaj hücresine giren bakteri, bir süre içerde kaldıktan sonra, kendi zarından dışarıya bir protein uzatıyor. Bu zar bakterinin bedenini çevreleyen ve dış ortamdan ayıran bir duvar görevi görüyor. Uzatılan proteinin şekli son derece önemli. Ancak bu özel şekil sayesinde makrofaj hücresinde bulunan aktin moleküllerinde çok hızlı kimyasal bir değişim başlatıyor. Böylece aktin molekülleri birleşip bakteri için roket yakıtı haline geliyorlar. Böylece bakteri hızla fırlıyor ve bulunduğu hücrenin zarını parçalayarak dışarı çıkıyor.

B.pseudomallei bakterisinin uzattığı protein, tam da makrofaj hücresindeki actin moleküllerini ateşleyecek özelliktedir. Bu proteinin aktini ateşlemesi kesinlikle tesadüf değildir. Çünkü onbinlerce çeşit protein vardır ve herbirinin şekli farklıdır. Şekildeki en ufak bir bozukluk ya da farklılık, proteinin işe yaramaması anlamına gelir. Bu proteinle aktin arasında bir anahtar-kilit ilişkisi vardır.

Peki ama bu tek hücreli canlı nasıl olup da kendine bu roketi yapabilir? Değil bir beyin, bir sinir hücresinden dahi yoksun olan bu bakteri, aktin moleküllerini ateşleyebilecek özellikte proteinin tasarımını nereden biliyor olabilir?

Roket yapımında kullanılacak yakıt, mühendislerce kapsamlı testlerden sonra kararlaştırılır. Bakteri aktini yakıt olarak kullanabileceğini nereden bilebilir?

Böyle bir seçim yapabilmesi için öncelikle nerede bulunduğunun ve etrafındaki malzemelerin bilincinde olması gerekir. Oysa bu bakteri herhangi bir duyu organından yoksundur.

Tüm bunlar herşeyde olduğu gibi bu bakterilerdede üstün bir tasarımın valığını göstermektedir.


(1) Newscientist.com: Rocket-powered bug caught in the act, NewScientist.com news service, 4 Kasım 2002: http://www.newscientist.com/news/news.jsp?id=ns99993005

(2) Molecular Microbiology (vol 46, p 649)

Bakteriler Nasıl Konuşur?

| | Comments: (0)
Bakteriler, canlılar aleminde çok hızlı çoğalan bir canlı grubunu oluştururlar. Yeni bir şekil alabilir ve dakikalar içinde sayıca milyarlara ulaşabilirler. Bu canlılar çoğalmak için çeşitli mekanizmalar kullanırlar. Düşmanlarını veya yiyeceklerini "görmek" için ise sonar benzeri sistemler ve konuşma balonları kullanmaları bu kompleks mekanizmalardan sadece birkaçıdır.

Bakteriler bitkilerden ve hayvanlardan farklı olarak, hızlı çoğalan ve biyokimyasal etkileri bakımından canlılar dünyasının dengesini sağlamada çok büyük önem taşıyan bir canlı grubunu oluştururlar. Hemen hemen her yerde yaşayabilirler, bu nedenle de nüfusları herhangi bir tür organizmadan çok daha fazladır. Bu yüzden bu canlılar dünyanın en kalabalık topluluğu kabul edilirler. İnsan yaşamına pek çok şekilde etkileri olan bakteriler son derece gelişmiş iletişim sistemleri kullanarak birbirleri ile haberleşirler.

Paket Yollayarak İletişim Kurma

Bakterilerin iletişim kurma şekilleri oldukça dikkat çekicidir. Bakteriler birbirlerine bir kısmı dostluk mesajı bir kısmı ise bomba taşıyan paketler yollarlar. Bu inanılmaz paket sistemi kimyasallarla kurulan iletişimden çok daha farklı bir biçimde sinyaller kullanarak oluşur. Bunlar birtakım mesajlar içeren baloncuklar biçimindedir.

Peki Bu Mesajlar Nasıl Taşınır?

Bakteriler bu mesajları ince bir bakteri zarı ile paketlerler. Paketler baloncuk benzeri kabarcıklar şeklindedir. Ve bu kabarcıklar yerine göre, bakterilerin birbirleri ile iletişim kurmalarını sağlar veya o anın ihtiyacına göre düşmana bomba paketi şeklinde toksin taşır.

Kuşkusuz burada ilginç bir durum vardır.


  • Bakterinin oluşturduğu paket arkadaşlarıyla iletişim kurmasını sağlarken, düşmanla karşılaştığında bir anda nasıl zararlı hale dönüşmektedir?


  • Bakteri kendisine yaklaşanın düşman mı yoksa dost mu olduğuna anında nasıl karar vermektedir?


  • Tek hücreli bir mikroorganizma bütün bunları düşünebilir, deneyip öğrenebilir ve kendi türünün tüm üyelerine anlatabilir mi?


-elbette mümkün değildir.



Bakterilerin Düşmanları Niçin Yanılgıya Düşerler?

Bakteri bu paket sistemi ile bir başka korunma yöntemi daha elde eder. Bakteri zarından çıkan ve etrafını saran kabarcıklar düşmanlar tarafından adeta bir bakteri topluluğu olarak algılanır. Zarar verecek olan mikrop topluluğu bakterinin yalnız mı yoksa kendi cinsleriyle mi çevrili olduğunu anlamaya çalışırken zaman geçer. Bakteri de bu sırada toksin bombardımanına geçecek vakit kazanmış olur.

Burada karşımıza cevaplanması gereken yeni sorular çıkmaktadır. Örneğin bakteriler bu kabarcıkları oluştururken;


  • Kabarcıkların düşmanları tarafından bakteri topluluğu olarak algılanabileceğini nereden bilmektedirler?


  • Onlara bu bilgiyi kim vermiştir?


  • Peki bakteriye zarar verecek olan mikroplar, bakteride böyle bir mekanizma olduğunu nereden tahmin edebilirler?


Tüm bu soruların cevabı bizlere mükemmel bir tasarımın varlığını işaret etmektedir.

Akarlar Şuurlu Hareket Ederler

| | Comments: (0)
Akarlar zor durumda kaldıklarında, diğer canlılar gibi kendileri için savunma yöntemleri geliştirirler. Örneğin yonca akarları kendileri için elverişsiz olan iklim koşullarında kış uykusuna veya yaz uykusuna yatarlar. Yaşamaları için gereken belirli aralıklardaki sıcaklığın, artığını ya da azaldığını fark ettiklerinde bir tehlikenin söz konusu olduğunu anlarlar. Aldıkları tedbir sonucunda vücutlarının bazı fonksiyonlarını yavaşlatır ve uyku durumuna geçerler. Adeta bir ölü şeklini alan bu canlılar çevrenin olumsuz şartlarından bu sayede etkilenmezler ve havalar yaşamaları için elverişli bir sıcaklığa geldiğinde yeniden eski hallerine dönerek yaşamaya başlarlar.

Bazı akarlar da farklı yerlere taşınabilmek için böcekleri ve eklembacaklıları kullanırlar. Örneğin Dinogamasus türündeki akarlar, bazı arıların karın bölgesindeki özel bir akar kesesinin içinde yaşamakta ve bu şekilde istedikleri ve besin bulabilecekleri yerlere kolaylıkla ulaşabilmektedirler.108 Böyle bir işlemin gerçekleşebilmesi için öncelikle arıların karın bölgesinde akarlar için özel olarak tasarlanmış bir kesenin olması gerekmektedir.


Akarların bu özel tasarımın farkında olmaları ve başka yerlere taşınabilmek için bu yöntemi kullanmayı düşünmeleri gerekmektedir. Bu canlılar, kuşkusuz böyle karşılıklı bir anlaşma yapacak bir beyne ve akıl gücüne sahip değildirler. Normal şartlarda böyle bir şeye ihtiyaç da duymamaları gerekir. Akarlar dünyanın her yanında bulunabilen ve çok rahat üreyebilen canlılardır. Bir arının kesesine yerleşerek zor ve zahmetli bir yolculuk yapmayı tercih etmelerini gerektiren bir ihtiyaç görünmemektedir. Üstelik burada arının karşılıksız olarak yaptığı fedakarlık,idda edilenin-güçlü olanın güçsüzü ezer mantığının yada canlılar arasında bir savaş olduğunun-aksine apaçık bir tasarımı kanıtlamaktadır.

Akarlar Önemli Birer Temizleyicidirler

| | Comments: (0)
Akarların bulundukları ortamlarda ev tozu, kumaş iplikleri, insan derisinin pulları, hayvan parçacıkları ve tüyleri, bakteriler, küf sporları, yiyecek parçacıkları ve diğer organik ve sentetik materyaller bulunmalıdır. Bunları yiyerek beslenirler. İnsanlarla fazlasıyla içli dışlı olmalarının nedeni budur. Bu açıdan bakıldığında bu küçük canlıların çok büyük bir bölümünün dünyayı temizlemekte olduğunu anlarız. Bu canlılar, besinlerini oluşturan pullar, salgılar, tozlar, mantar sporları, polen taneleri ve bitki liflerinin yok edilmesini sağlarlar.

Akarlar çevremizde bunu sağlayabilecek kadar çok sayıda mıdırlar? Sayıları gerçekten de çok fazladır. Ev tozunun 1 çay kaşığına (1 gr) düşen akar nüfusu 1000 kadardır.107 Böylesine fazla miktardaki akarın sürekli faaliyet halinde olduğunu düşündüğümüzde çevremizde çok detaylı bir temizlik yaptıklarını anlarız. Eğer akarlar olmasaydı, bu mikro atıklar her geçen an daha da fazlalaşacak ve dünya yaşanamaz bir yer olacaktı.


Akarların yeryüzüne katkıları bununla da sınırlı değlidir. Bazı akarlar beslenmek amacıyla farkında olmadan bulundukları ortama fayda getirirler. Örneğin Pyemotes tritici türündeki akarlar genellikle depolanmış olan tahıllarda, kurutulmuş tanelerde ve bezelyelerde, samanlıklarda, kuru otlarda ve kurutulmuş çimenlerde üremektedir. Bu canlılar yaşadıkları ortamlar için son derece faydalıdırlar, çünkü depolanmış tahıl ve benzeri besinlerle beslenen böcekleri felce uğratıp ortadan kaldırırlar.

Akarlar ve Vücut Yapıları

| | Comments: (0)

Akar dediğimiz canlı, insan kafatasına benzeyen bir bedenden oluşur. Bedenin üzerinde seyrek olarak tüyler bulunmaktadır. Ağzı, kafatasına benzeyen bu vücudun önünde toplanmıştır ve delmeye ayarlı özel bir yapıdadır. Akar, sahip olduğu bu özel yapı sayesinde kendisine uygun bulduğu yiyecekleri küçük parçalara ayırabilir ve dolayısıyla besini vücuduna alabilir. Akarın vücudu ovaldir ve ince çiziklerle kaplanmıştır. Bu oval vücuttan sekiz küçük bacak çıkar. Sekiz ayak ise son derece önemli bir tasarıma sahiptir. Ayak tabanları akarların halı iplikçikleri arasına ve döşemelerin derin bölmelerine gömülebilmelerini sağlayan yapışkan bir madde ile kaplanmıştır. Bu sekiz küçük bacak en güçlü vakum temizleyicilerinin bile çekiş gücüne direnç gösterebilir.


Akarların bazısı hem karada hem de suda yaşayabilir. Karada yaşayabilen akarlar "soluk borusu" yoluyla nefes alırlar.103 Soluk borusunun hemen yanında da "yemek borusu" bulunmaktadır. Bazı akarların bitki hücrelerini delebilecek kadar keskin olan beslenme organları bulunmaktadır. Akarlar bu organları ile besinlerin özündeki suyu rahatlıkla emebilirler.104 Bazı akarlarda yemek borusunu çevreleyen oldukça gelişmiş bir "sinir sistemi" vardır. Beynin bir bölümünden yayılan sinir dizisi, "bacaklar", "sinir sistemi", "kas sistemi" ve "üreme organlarındaki" sinirleri harekete geçirir. Ağız bölümlerindeki sinirler de beynin diğer bir bölümü tarafından harekete geçirilmektedir. Kısacası, görülmeyen akarın bir "beyni" vardır.


Sistemler ve organlar bunlarla sınırlı değildir. Akarın yediklerini sindirmesini sağlayacak bir "sindirim sistemi" de olması gerekmektedir kuşkusuz. Sindirim sistemi ön tarafta kaslı bir "yutaktan", uzun ve dar bir "yemek borusundan", bir "mideden", kısa bir "bağırsaktan" ve arka taraftaki "bağırsak boşluğundan" oluşmaktadır. Karıncığın mideye ait olan çiftli keseleri vardır, bunlar kısmen besin depolama organları olarak işlev görüp bazı akarların beslenmeksizin uzun süre hayatlarını devam ettirebilmelerini sağlar.


Akar, arka bağırsağa açılabilen "boşaltım organlarına" da sahiptir. Bunlar vücut boşluğundaki atık maddeleri toplarlar ve bunu "guanin" adı verilen organik bir bileşiğin içerisine iletirler. Boşaltım organlarına kadar gelen bu iletim, bize hiç de yabancı olmayan bir yolla gerçekleştirilmektedir: "Kan dolaşımı". Kan, bir kalp ya da çeşitli kasların hareketleriyle vücut içinde dolaşmaktadır.105 Yani görülmeyen akarın bir "kalbi" vardır.


Akarların "üreme organları" da vardır. Sperm transferi, ya direk olarak ya da spermatophores adı verilen paketlerin içerisinde meydana gelmektedir. Erkek spermini, erkek çiftleşme yapısı vasıtasıyla direk olarak dişi genital organının içerisine bırakır. Bazı erkekler kendi spermlerini içeren bir paketçik üretirler. Bu paket ya direk olarak erkeğin ağız bölümüyle ya da dolaylı olarak bulundukları yüzeydeki çökeltiyle dişi genital bölgeye iletilir.106 Böylelikle dişi kısa bir süre sonra yumurta bırakır.

Akarlar

| | Comments: (0)

Akar ya da mayt olarak adlandırdığımız bu canlı, herhangi bir böcekten daha farklı özellikler taşımayan, son derece detaylı ve kompleks bir yapıya sahip olan, ama buna rağmen yine de ancak mikroskopla fark edilebilen bir mikro canlıdır. Yaşadığımız evin her yanında, yattığımız yatakta, yerdeki halıda, soluduğumuz havada kısacası yaşamımızı geçirdiğimiz her yerde bulunmaktadır. 5-50 mikron arası boyutlarında olan bu canlılar bize görünmezler. Eğer görünselerdi, kuşkusuz büyük bir şaşkınlık yaşardık. Bacakları ve kıskaçları ile bir örümceği andıran bu canlı, yaşadığımız her santimetrekareyi kaplamış durumdadır.
Bu canlılar ölü deri hücreleri ve kabukları ile beslenirler. Bu nedenle insanların yaşadığı ortamlarda bulunur ve insan aktiviteleri ile çevreye yayılır, hareket ederler. Beslenme malzemelerinin toplandığı yerler ise genellikle yatak ve minderler, mobilyalar ve halılardır.

Normal şartlarda insanlar, bu ilginç görünüşlü varlıkları görüp fark edebilmeyi istemezler. Kuşkusuz bu canlıların görünmez oluşları, Allah'ın hikmetli yaratışının bir örneğidir. Bu canlılar, çevrenizde o kadar fazla sayıdadırlar ki, yattığınız yatakta bile, ne kadar temiz olursa olsun, ortalama 10.000 tane akar bulunmaktadır. Bu canlılar, ürettikleri proteine karşı alerjik olmadığınız sürece size zarar vermezler; sizi ısırmaz, sokmaz, hastalık bulaştırmazlar.


Ancak bazı canlılar için zararlıdırlar. Öyle ki, parazit olarak içinde yaşadığı bir arı topluğunu, arıların üstteki ölü derilerini delerek ve vücut sularını emerek ortadan kaldırabilirler. Bunun gibi pek çok böcek, hayvan ve bitkiye zarar verebilirler. Kimisi zarar verirken, beraberinde çeşitli faydalar da getirir. Örneğin böcek akarları böceğin ölümüne veya hastalanmasına sebep olurlar, ama aynı zamanda meydana getirdikleri atıklarla toprağın verimini de büyük ölçüde artırırlar. Bazıları ise birtakım canlıların asalaklarıdır. Bazı hayvanların kulak kanallarında, akciğerlerinde ve bağırsaklarında yaşarlar. Dolayısıyla akarlar farklı ortamlarda ve insan dışında farklı canlılarla da yaşayabilen canlılardır.


Akarlar türlerine göre çeşitli yerlerde bulunabilirler. Everest Dağı'nın 5000 metre yükseklikteki yamaçlarında yaşayabildikleri gibi, Kuzey Pasifik Okyanusunun 5200 metre derinliklerinde de yaşayabilmektedirler. Sırf Antarktika'da 50'den fazla karada yaşayan akar türü bilinmektedir.


Bunun dışında akarlar kaplıcalar, mağaralar, çöller ve tundralar da dahil olmak üzere pek çok yerde bulunabilirler. 10 metre derinlikteki madenlerde, soğuk ve termik kaynaklarda 5000C kadar yüksek ısıya sahip olan yer altı sularında, havuz ve göllerde yaşayabilirler. Farklı ortamlarda yaşayabilen bu farklı türlerinin sayısının 500.000'den fazla olduğu hesaplanmıştır.100


Akarlar yaşamları süresince toplam dört aşamadan geçerler. Yumurta, larva, nemf aşaması ve yetişkinlik. Yetişkinler bir kere derilerini değiştirirler. Yumurtadan yetişkinliğe uzanan bu dönem yaklaşık 1 ay sürer. Yumurtlayan dişilerin nüfusu da her hafta 25-30 kadar artar. Yetişkin akarlar, ortamın nem seviyesi ve ısısına bağlı olarak 2 ay kadar yaşayabilirler.


Akarlar su içmezler ama havadan ve ortamdan aldıkları nemi emerler. Bu nedenle bulundukları çevredeki nem onlar için önemlidir. %70-80 gibi oldukça yüksek orandaki nemden ve yaklaşık 270C sıcaklıktan hoşlanırlar.101 Böylesine uygun bir ortam bulduklarında sayılarını oldukça artırabilirler. Örneğin yarım hektarlık bir otlak toprağında 6.000.000 kadar üyeleri bulunabilmektedir.102

Mantarlar + Algler = Likenler

| | Comments: (0)
Bazı mantarlar alglerle ortak yaşarlar. Bu birleşimden meydana gelen yeni canlıya ise 'Liken' adı verilir. Likeni meydana getiren iki canlı da karşılıklı olarak birbirlerinden fayda elde etmektedirler. Mantar, algin gerçekleştirdiği fotosentez işlemi sonucunda besin elde ederken, alg de mantarın kendisine sağladığı su ve mineral sayesinde kurumaktan korunmakta ve kendisi için emin olan bir yerde yaşamını sürdürmektedir.

İki mikroorganizmanın birleşerek meydana getirdiği bu yeni canlı, mineralleri genellikle havadan ve yağmur sularından alır. Canlı, havanın toksik etkisine karşı güçlü değildir, bu nedenle sadece hava kirliliğinin olmadığı yerlerde yaşayabilir. Ancak bir likenin yaşaması için sıcaklık çok büyük bir fark teşkil etmez. Likenler, tropik bölgelerde yaşayabildikleri gibi soğuk kutup bölgelerinde de yaşayabilirler.


Ağaç gövdeleri, dağ tepeleri ve çıplak kayalıklar, likenlerin genel olarak yaşadıkları yerlerdir. Bu canlılar, kayalıkları istila eden son derece önemli organizmalardır. Likenler toprağın meydana gelişinde oldukça önemli bir rol oynarlar. Burada mantarlara özgü ayrıştırıcı özellik son derece önemlidir.


Liken, mantarın bu özelliğini kullanarak kayanın üzerini yavaş yavaş ayrıştırır ve kayanın rüzgar ve yağmur ile parçalara ayrılmasına neden olur. Likenlerin bazıları oldukça sert kayaları bile çözebilecek bir güce sahiptir.98 Bu güç sayesinde parçalara ayrılan kayanın ufalanması ile toprak meydana gelir. Böylesine ince bir ayrıştırmayı doğada gerçekleştirebilecek başka bir canlı daha yoktur.


Siz tonlarca ağırlıktaki son derece sert bir kayayı en küçük parçalarına, hatta minerallerine ayrıştırmayı denemek için kuşkusuz oldukça büyük bir çaba harcamak zorundasınız. Kayayı parçalayabilmek için elinizde güçlü birtakım kırıcı aletlerin olması gerekmektedir. Oldukça yorucu bir güç harcamalı ve kayayı mümkün olan en küçük parçalara ayırdıktan sonra mineralleri elde edebilmek için ona özel şartlarda birtakım kimyasal işlemlere tabi tutmanız gerekir. Ancak bu şekilde belki amacınızın bir bölümüne ulaşabilirsiniz. Oysa sizin bu kadar çaba ve güç harcadığınız bu işlemi, mikroskobik organizmalar bulundukları yerde kazma-kürek ihtiyacı duymadan, özel laboratuvar şartlarına gerek olmadan sakince halletmektedirler. Ortada önemli bir kıyas vardır: Bir yanda akıllı, şuurlu, planlar yapabilen ve gerektiğinde her türlü imkanı seferber edebilen insan, bir yanda da kendi varlığından habersiz, beslenme ve üremeden başka bir amacı olmayan mikroskobik bir canlı. Bu kıyas evrimcileri oldukça endişelendirir. Böylesine küçük ve şuursuz canlıların bilinçli özellik göstermeleri, evrimcilerin teorilerine son derece ters düşmekte, iddialarına büyük bir darbe vurmaktadır. Daha önce hiç de önem vermedikleri bir mikroskobik canlı, hiç ummadıkları şekilde tüm teoriyi çürütebilmektedir.

Bu organizmalar kendilerinden tonlarca kat ağır ve aynı zamanda son derece sert olan kayaları parçalara ayırmanın dışında başka özelliklere de sahiptirler. Bazı likenler sahip oldukları algler sayesinde renkli pigmentler içerirler. Bu pigmentlerden bir tanesi, yani orchil, yünlere renk vermek için, diğeri yani litmus ise kimya laboratuvarlarında asit-baz (PH) inhibitörü (PH düzenleyicisi) olarak kullanılmaktadır.


Karşımızda her iki üyesi de son derece şuurlu işlemler gerçekleştiren ve oldukça detaylı özelliklere sahip olan bir canlı vardır. Bu canlı, kendi besinini üretebilmekte, aynı zamanda canlıların faydalanacağı basit organik bileşikler meydana getirmek için ayrıştırma işlemine devam etmektedir. Bu canlının üremesi veya yayılması da aynı şuurlu yeteneği sergiler. Zor koşullarda veya üremeye karar verdiklerinde likenler, mikro bedenlerinden soredia adlı bir parçayı koparırlar.


Bu parça, her iki canlının da parçalarını ve özelliklerini taşımaktadır. Bu parça üremek için uygun bir yere yerleşir ve burada yeni likenler meydana gelir. Eğer liken algsiz kalırsa veya likenin mantar üyesi herhangi bir sebepten ötürü ortağını değiştirmek isterse, bu durumda mantar sporlar meydana getirir. Bu sporlar rüzgar ile taşınırlar ve uçsuz bucaksız bölgelerde hiç bilmedikleri ve tanımadıkları koşullarda kendilerine yeni bir alg bulurlar.99

Mayalar ve Fermantasyon

| | Comments: (0)

Mayalar küre, oval ve silindir biçiminde olan tek hücreli mantarlardır. Büyüklükleri 7-17 mikrondur. Dolayısıyla bir gram mayada yaklaşık olarak 15 milyon bağımsız hücre bulunmaktadır. Yaklaşık 600 bilinen maya türü vardır.Mayalar şekerle beslenirler ve oksijensiz ortamda şekerden etil alkol ve karbon dioksit üretebilirler. Bu işleme mayalanma adını veririz. Onların bu yetenekleri oldukça büyük ekonomik öneme sahiptir. Bu canlılar çeşitli besinlerin meydana getirilmesinde kullanılırlar. Ekmeğin üretimi için temel unsur olan maya, ürettiği karbondioksiti ekmek hamurunun içinde baloncuklar şeklinde tutarak ekmeğin şu anki şeklini ve tadını almasını sağlar. Aynı zamanda soya fasulyesinin fermente edilmesinde de kullanılan maya, soya sosunun üretimini sağlar. Normal şartlarda düşük kalorili bir besin olan soya sosu ile beslenen kişiler fazla kalori alamasalar da maya ve soya fasulyesi ikilisinin beraber sağladıkları yaşamsal amino asitlere sahip olacaklardır. Dolayısıyla mayalar, bize son derece besleyici aynı zamanda da faydalı besinler sunmak için faaliyet halindedirler.

Küfler ve İlaç Yapımı

| | Comments: (0)
Mikro canlıların yaşama etkileri oldukça çeşitli şekillerde olabilmektedir. Bizim kimi zaman bir ekmek parçasının üzerinde fark edebildiğimiz bir küf kitlesi, aslında son derece önemli olabilmekte ve hayatımızın çok büyük bir bölümüne etki etmektedir. Küflerin tıpta kullanımı, onların bu etkilerini görmek açısından kuşkusuz son derece önemlidir. Oldukça büyük öneme sahip, hatta ölüme sebep olabilecek bazı hastalıklar, bu mikroorganizmalar sayesinde geliştirilen ilaçlarla ortadan kaldırılmaktadır.

1928 yılında Alexander Fleming, bakteriler üzerine bir deney yaptı. Çeşitli deney tabakları içine farklı türlerde bakteriler yerleştirdi. Bir süre sonra sitafilokok bakterisi içeren tabaklardan birinde küflerin geliştiğini gördü. Küflerin geliştiği bu ortamda, tabak içinde üremesi beklenen bakteriden eser yoktu. Bunun anlamı şuydu; küf bakteri için zehirli olan bir madde salgılamış ve bakteriyi ortadan kaldırmıştı. Bakteriyi ortadan kaldıran bu mikroorganizma Penicillium notatum adında bir mantar türü idi ve bu canlının saflaştırılması ile "penisilin" maddesi üretildi.


Şu an başlıca bakteri enfeksiyonlarının en güçlü tedavi edicisi olarak bilinen penisilin, söz konusu küf mantarının bakteriyi öldürme becerisinin keşfinden başka bir şey değildir. Bu olağanüstü yeteneğe sahip olan küf mantarı, yaklaşık bir yüzyıldır insanların çeşitli ölümcül hastalıklardan korunmalarını sağlamakta ve daha pek çok ilacın üretiminde kullanılmaktadır. Organ nakilleri yapılan hastalarda bağışıklık sistemini baskılamak için kullanılan bir ilaç olan Cyclosporine de yine iki mantar türünden üretilmektedir. Bazı mantarlar ise kanamaları kontrol altına alan, tansiyon kontrolü sağlayan ve migren ağrısını hafifleten ilaçlarda kullanılmaktadır.

Bir Başka Mantar Çeşidi: Küfler

| | Comments: (0)
Küfler bir tane çekirdeğe sahip olan tek hücreli mantarlardır. Bölünerek çoğalan bu canlıda, bölünen her parça yine küfün kendi içinde gelişir ve gruplaşarak bir koloni haline gelir. Genellikle küf hücreleri bakterilerden büyüktür ve yumurta biçimindedirler. Bir hayvan hücresinde bulunan organellerin çoğuna sahiptirler.

Küfler, tıpkı bakteriler gibi uygun koşullarda hızla gelişerek insan sağlığını tehdit edici bir duruma gelirler. Bu organizmaların bazıları da gıdalarda toksin adı verilen ve insan ve hayvanlarda zehirlenmelere yol açan zehirli maddeler üretirler. Hatta bu maddelerin bazıları kanser yapıcı etkiye sahiptir. Küfler bakterilere kıyasla daha az besin öğesine ihtiyaç duyan ve gelişebildikleri koşullar açısından da düşünüldüğünde daha kötü şartlarda gelişebilen mikroorganizmalar oldukları için çoğu ortamda üreme olanakları bakterilere kıyasla daha fazladır.


Küfler etrafta buldukları organik artıklarla beslendikleri gibi, yine etraflarında bulunan canlı mikroorganizmaları da besin olarak kullanabilirler. Örneğin bir beyaz küf olan Entomophtorales, toprağın altındaki sularda yaşayan amiplerle beslenir. Çevresinde dolaşan bir amip gördüğü zaman, dokunaçlarıyla onu yakalayarak tüm hücre içini emer, geriye sadece zarını bırakır.97 Küfler bu yönleriyle etobur özellik de göstermektedirler.


Ancak küfler, elbette sadece zarar verici organizmalar değildirler. Bu canlılar çok geniş alanlarda kullanılabilmekte ve besinlerin üretilmesinden ilaçların yapımına kadar çok yönlü olarak insanlara hizmet vermektedirler. Küfler, birtakım organik asitlerin, bağışıklık sistemini bastırıcı ilaçlar da dahil olmak üzere bazı ilaçların ve penisilin gibi çeşitli antibiyotiklerin yapımında kullanılmaktadırlar. Küflerin bu alandaki faydaları oldukça büyük önem taşımaktadır.

Mantarların Korunma Yolları

| | Comments: (0)
Bakteriler ve diğer mikro canlılar gibi, mantarların da kendi varlıklarını devam ettirmek için aldıkları tedbirler ve gerçekleştirdikleri "akıllı" işlemler vardır. Bu organizmalar, ısı donma noktasına ulaşırken çeşitli kimyasallar sayesinde vücutlarının çevresinde buz kristalleri oluştururlar. Daha önce bakteri ve alg gibi mikroorganizmalarda gördüğümüz gibi, bu canlılar da şartların kendileri için zorlaştığını anladıklarında hemen atmosferin üst bölümlerine sığınmaya ve hava akımları ile daha sıcak yerlere taşınmaya karar verirler. Yaptıkları şey ise, bir buz kristali haline geldikten sonra rüzgar ile bulutlara geçmektir. Kendileri için uygun bir zaman ve uygun bir yer bulduklarında ise canlı bir çekirdek halinde yeryüzüne geri dönerler. Bu akılcı yöntem sayesinde mantarlar kendilerini koruma altına aldıkları gibi rahatça etrafa yayılabilme özelliği de elde etmiş olurlar.

Bir mikroorganizmanın havanın donma noktasına eriştiğini sezinleyerek etraftaki kimyasalları kullanma yeteneğine sahip olması, kuşkusuz üstün bir özelliktir. Kullanılan yöntem son derece şuurludur. Bu canlının bulutlarda bir buz kristalinin içinde korunabileceğini "biliyor" olması gerekmektedir. Bunu, zamanla veya deneme-yanılma yaparak öğrenmesi elbette mümkün değildir. Karşımızda bunu deneyerek öğrenecek şuurlu bir canlı değil, birkaç hücreden oluşan bir mikroorganizma vardır. Şüphesizki hiçbir mekanizma mikroskobik bir canlının kendisini koruma ihtiyacı duyarak böylesine zor bir yöntemi tercih etmesini ve bunu kolaylıkla başarabilmesini açıklayamamaktadır.

Mantarlar Hastalıkda Yaparlar

| | Comments: (0)

Mantar, bir yaprağın üzerine ulaştığında bulunduğu yere cutinase adı verilen bir enzim salgılar. Bu madde, bitkilerin yapraklarının ve gövdesinin üzerinde bulunan mumlu tabakayı eritir. Bu bölgenin erimesinin ardından mantar için varolan en önemli engel aşılmış olur ve bu canlı artık kolaylıkla bitkiyi istila edebilir.92Mantarın söz konusu engeli aşabilmesi için bedeninde özel olarak ürettiği enzim konusunda biraz durup düşünmeliyiz. Mantarın bitkiye ulaşmasını önleyen söz konusu sınırı ortadan kaldırmak normal şartlarda bir mikroskobik organizma için imkansızdır. Oysa bu mikroskobik organizma, bu sorunun üstesinden gelecek önemli birtakım özelliklerle birlikte yaratılmıştır. Tek bir hücrenin içinde yine kimyasal işlemler gerçekleşmekte, oluşan kimyasal bileşiklerle bir enzim meydana gelmekte, oluşan bu enzim tam da bu mumlu tabakayı eritecek nitelikte olmaktadır. Salgılanan bu enzim, mumlu tabakayı eritemeyecek kadar güçsüz veya yaprağı tamamen ortadan kaldıracak kadar kuvvetli olabilirdi. Ancak mikroskobik canlının ürettiği mikroskobik salgı görevini tam olarak yerine getirir. Bu işlemden sonra, mantar da kendisine ilham edilen şekilde hareket edecek ve bitkiyi besin olarak kullanmak üzere kollarıyla sarmaya başlayacaktır.


Bir başka örnek de çam ağacının dallarından birini ele geçiren mantar türüdür. Bir mantar sporu, rutubetli bir çam iğnesi üzerine yerleştikten sonra filizlenir ve kolları ile bir lif yumağı şeklini alır. Üzerinde bulunduğu iğne yapraklardan birinin gözeneklerinden içeri sızar ve içeriye mikrop tüpünü bırakır. Mantarın öldürücü kısmı yaprağın içine sızdıktan sonra yaprağın damar dokusunu ele geçirir ve dala doğru ilerlemeye başlar. Dalda mantar uzantıları dört bir yana dağılır ve ulaştığı yerleri ele geçirir. Sonuçta bu mantar öbeği içinde bulunduğu dalı çevreleyerek adeta bir kemer gibi kuşatır ve besin akışını keser.93 Besin alamayan dal, kısa bir süre sonra ölür ve tümüyle mantarın besini haline gelir.


Bir ormanda bitkileri ve ağaçları çevrelemiş olan yüz ile iki yüz mantar türü bulunmaktadır. Bu mantarların bir kısmı yerleştiği ağaç gövdesi veya ağaç dalında faaliyet halindedir. Büyük bir çoğunluğu ise ağaç bir rahatsızlık yaşadığında ya da ağaç çeşitli sebeplerle ölmeye başladığında ağacı "yemek" için hazır bekleyen fırsatçılardır. Toprak altında yemek için fırsat kollayan mantarlar da vardır. Örneğin gölgelik mantarı, ağacın dalının çürüyerek yere düşmesini sabırla beklemektedir.


Ancak bazı mantarlar ağaç henüz canlı iken faaliyetlerine başlarlar. Genellikle ağaçlar 15 ayrı hastalığa sebep olan mantar türüne sahiptir. Ancak bu mantarların yaptıkları hastalıklar ağaçları öldürücü türden değildirler. Genellikle ağaçlarda gözle görünür hastalıklar meydana getirir, ama sonra bir grip hastalığı gibi geçip giderler. Ancak elbette bunların da çeşitli kalıcı etkileri olabilmektedir. Örneğin bu mantarlar yaydıkları hastalıklar nedeni ile bir bölgede yetişen ağaç türlerinin üremesini engelleyebilir ve yayıldıkları alanı sınırlayabilirler.94

Kimi zaman mantarlar sebze ve meyvelerin oluşumunda da sorun yaratabilirler. Oomycota Phytophthora adı verilen mantar türü genellikle domatesleri ve patatesleri istila etmektedir. Bu istilanın çapı çok büyüktür ve son derece önemli etkileri vardır. 1845-1860 yılları arasında yaşanan büyük patates kıtlığı bu mantarların faaliyetlerinin bir sonucudur.95


Mantarların bazı hayvanları da istila edebilme yetenekleri vardır. Çoğunda hastalık meydana getirirken, bazılarının ölümüne de sebep olabilirler. Bazılarını ise besin olarak kullanmak üzere şuurlu bir biçimde öldürürler. Örneğin toprak solucanlarından çok daha küçük boyutlarda olan bir solucan cinsi, nematodlar, mantarların olağanüstü tuzaklarına yakalanarak bu canlılara yem olurlar. Mantarlar, nematodların yakınlarda bir yerlerde olduğunu "sezinlediklerinde" solucanların yapışıp kalmalarını sağlayan yapışkan tuzaklar kurarlar. Bu tuzakların en basit olanı bile avını saniyenin onda birinde hisseden üç hassas mantar hücresine sahiptir. Bu hücreler merkezde bir basınç hissettiklerinde daralır ve kapanırlar. Böylelikle av bu tuzağın içinde kalmış olur. Mantar hücrelerinin oluşturduğu bu tuzak, kurbanın üzerinde birkaç saat içinde büyüyen ve onu hızla sindiren bir ağ meydana getirir.
Tuzağa düşen solucanlar, bu ilmikten kurtulsalar bile ve mantarın filizleri az miktarda da olsa artık onların üzerindedir ve bu filizler bulundukları yerde eninde sonunda büyüyecektir. Sonuçta solucan bir saat içinde ölür.96

Mantarlar ve Bitkiler

| | Comments: (0)
Mantarla bitkiler arasında karşılıklı yardımlaşmaya dayanan bir ilişki vardır ve bu birlikteliği sağlayan mantara Mycorrhizae adı verilmektedir. Yeryüzündeki bitkilerin %90'ından fazlası mantarlarla böyle bir ilişki içindedir. Kimi bitkiler mantarların yardımı ile daha da güçlenip canlanırken, kimisinin hayatta kalması tamamen bu mantarlara bağlıdır.

Mantarın toprakta gerçekleştirdiği ayrıştırma bitki için mineral, yani besin sağlamaktadır. Bu şekilde hazır mineralleri ve organik bileşikleri elde eden bitki kısa bir süre içinde gelişir ve eskisinden çok daha sağlıklı olur. Bitki, aynı zamanda kendisi için besin üreten bu konuğunu şeker, amino asit ve diğer bazı organik maddelerl e besler. Bu ilişki, tüm bitkiler için son derece büyük bir öneme sahiptir. Örneğin bu mantarlarla ortak bir yaşam içine girmeyen orkideler ölmekte, pek çok orman ağacı zamanla kuruma aşamasına gelmektedir. Söz konusu ağaçların bulunduğu alana uygun mantarlar ve mantar sporları yerleştirildiğinde ise ağaçlar normal bir büyüme evresine girmektedir.90 Başka bir deyişle mantarlar, canlılığın en önemli üyelerinden bitkilerin yaşamı için mutlaka gereklidirler.


Ağaçların köklerine yerleşerek onlara besin sağlayan Mycorrhizae, aynı zamanda ağaçların kayalıklarda tutunacak yer edinmeleri için de gereklidir. Ayrıca bu mantar, köklerine yerleştiği çamları çeşitli kök hastalıklarından da korumaktadır. Ağacı bulunduğu yerde yerleşik kılan, onu çeşitli hastalıklardan koruyan ve onunla paylaşmak için fosforu, topraktaki diğer besinleri ve suyu çekip çıkaran bu akıllı ve üstün yetenekli mantarın karşılığında aldığı yegane şey ise bir miktar şekerdir.91

Mantarların Görevleri

| | Comments: (0)
Mantarların önemli bir özelliği vardır. Bu canlılar ayrıştırıcıdırlar. Bunun anlamı şudur: Bu canlılar, doğadaki kompleks organik maddeleri basit organik bileşiklere ve inorganik moleküllere dönüştürürler. Yani diğer canlıların bünyelerine alamadıkları besinleri basit bileşikler şeklinde parçalar ve onlara sunarlar. Bunu yaparken amaçları kendi yaşam enerjilerini sağlamaktır. Bunun için kullandıkları yöntem ise oldukça ilginçtir. Mantarlar, diğer canlılar gibi besinleri yedikten sonra sindirmezler. Önce sindirir, yani eritir sonra yerler. Bunun için özel bir enzim salgılar ve yiyecekleri maddeyi parçalara ayırırlar. Çevrelerindeki herşeyi bu yöntemle rahatlıkla parçalayabilirler, çünkü mantarların vücutları mycelia adı verien dallara ayrılmış mikroskobik ince tellerden oluşmaktadır. Besin sindirimi için bu hücreler büyük bir hızla uzarlar.

Bunu mikroskopta bile takip edebilmek mümkündür. Uzayan bu kollar yenilebilen herşeyi, hatta katı maddelerin %100'ünü parçalayıp sindirebilen enzimler salgılarlar. Söz konusu ince tellerin çapı 1 inç'in (yaklaşık 2,5 cm.) 100 binde biri kadardır ve her yarım saatte bir dal oluşur. Bu öyle hızlı bir büyümedir ki, bu şekilde çoğalan tek bir sporun iki günlük gelişimi sonucunda hücrelerin toplam uzunluğu yüzlerce kilometreyi bulabilir.86

Mantarın bu kolları canlının çok çeşitli yerlere ulaşmasını sağlamaktadır. Bu kollar ve söz konusu enzim sayesinde meydana gelen ayrıştırma işlemi, mantarı yaşamın en temel canlılarından birisi haline getirmektedir. Yeryüzünde böyle bir yöntem ile organik molekülleri basit organik maddeler haline getirebilen mantarlar ve bakteriler dışında bir başka canlı yoktur. Peki bu dönüşüm neden önemlidir? Bu dönüşüm önemlidir, çünkü bazı canlılar kompleks organik maddeleri bünyelerine alabilme özelliğine sahip değildirler. Bunların basit parçalara ayrılması gerekmektedir. Mantar bu kompleks maddeleri basit organik maddeler şekline getirerek diğer canlılara sunar.

Bunun yöntemi ise şudur: Mantarın, besin kaynağına salgıladığı enzim, bu maddeyi küçük moleküller haline getirir. Ve daha sonra mantar kendi besinini içine çeker. Ancak geriye enzim sayesinde ayrıştırılmış organik maddeler kalır. Mantarlar, bu maddelerin ayrıştırılması ile karbon, nitrojen, fosfor gibi önemli kimyasalların açığa çıkmasını sağlar ve bunları yaşayan organizmaların kullanımına hazır hale getirirler. Bu ayrıştırma meydana gelirken aynı zamanda atmosfere fotosentez yapan canlılar için gerekli olan karbondioksit salgılanır ve yaşam için son derece önemli besin maddeleri olan mineraller toprağa geri döner. Bu ayrıştırma işlemi oldukça kapsamlıdır. Mantarlar, ölü bitkileri, ölü hayvanları, boyaları, ayakkabıları, plastikleri, kağıtları, kıyafetleri ve hatta benzini bile ayrıştırabilme gücüne sahiptirler.87


Böyle bir ayrıştırma olmasaydı ne olurdu? Böyle bir ayrıştırma olmasaydı, canlılığın devamı ve yaşamın oluşabilmesi için gerekli olan temel besinlerin tümü ölü hayvan ve bitkilerin içinde saklı olarak kalacaktı. Bu besinlerin açığa çıkarak yeryüzüne tekrar dönmesi hiçbir şekilde mümkün olmayacaktı. Yaşam için gerekli döngülerden bir tanesi gerçekleşmediği için de, yeryüzünde hayat bir süre sonra sona erecekti.88 Bu durumda mantarların yeryüzü için vazgeçilmez mikroorganizmalar olduğu ortadadır. Belki sadece kendi besinlerini sağlama peşindedirler, salgılamakta oldukları enzimin gücünden muhtemelen haberleri bile yoktur. Ancak sırf kendi besinlerini elde edebilmek için tüm canlılara hayat kaynağı olurlar.

Mantarlar kimi zaman da gübrelerin içine yerleşir ve burada da ayrıştırma işlemini yaparlar. Bu işlem oldukça önemlidir. Mantarlar, gübre içinde parçalama işlemine başlar ve selülozu tüketirler. Selülozun çoğu tüketilir tüketilmez, bakteriler de işe koyulur ve ayrıştırma işlemi bu defa bakteriler tarafından devralınmış olur.89 Gübrenin, topraktaki bitkiye fayda sağlamasının sırrı budur.

Mantarlar

| | Comments: (0)

Mantarlar içlerinde klorofil taşımayan canlılardır. Bünyesine girdikleri canlılarda genellikle enfeksiyon meydana getirerek hastalık yaparlar. Ama aynı zamanda yeryüzündeki canlıların besin ve mineral ihtiyaçlarının büyük bir bölümünü karşılamaktadırlar. Dolayısıyla dünyada yaşamın devamı için gereklidirler. Mikro alemin bu üyesinin yaklaşık 90.000 farklı türü tanımlanmıştır. Bazı tahminlere göre bu canlı, bilinen ve bilinmeyenlerle birlikte 1.5 milyon farklı türden oluşmaktadır.82


Mantarlar genellikle karanlıkta, nemli ortamlarda ve organik maddelerin bulunduğu her yerde ürerler. Sıcak ortamları tercih ederler. Soğukta pek fazla üreyemeseler de onları dondurarak öldürme imkanı yoktur. Soğukta bir çeşit kış uykusuna yatarlar ve hareketsiz olarak sıcak havaların gelmesini beklerler.83 İnsan vücudunda bulunan 55 tür mantar içinde 30'a yakını hastalık yapıcıdır. Diğerleri ise saprotif, yani zararsızdırlar.84


Mantar, üstlendiği göreve ve özelliklerine göre, küf ve maya şeklini alır. Fermantasyon işleminde kullanılan mayalar, ilaç ve yiyecek yapımında kullanılan küfler, aslında hastalık yaparak bitki veya hayvanların ölümüne sebep olan mantarların farklı versiyonlarından başka bir şey değildir. Mantar, yeryüzünün oldukça geniş bir alanına hakim olan bir canlıdır. Öyle ki Oregon Eyalet Üniversitesinden Elaine Ingham, bir ormandan alınan bir çay kaşığı topraktaki bütün mantar liflerinin uç uca eklendiklerinde 1,5 mil (yaklaşık 2.5 km) kadar yayılabildiklerini ve aynı kaşıkta bulunan bakterilerden dört bin kat daha ağır geldiklerini hesaplamıştır. Nemli, deniz seviyesinin altındaki ormanlarda ise bir çay kaşığındaki mantar öbeği 65 hatta 650 km kadar uzayacaktır.85

Algler ve Sümüklüböcekler

| | Comments: (0)
Denizde yaşayan kabuksuz sümüklüböcekler, mercanların ve benzer diğer organizmaların üzerlerinde yaşarlar. Bu canlılar kabuklarının olmaması sebebi ile balıklara karşı çok az bir korunmaya sahiptirler. Ancak bu savunmasız görünümlerine karşın düşmanlarından çok özel bir yöntemle korunurlar. Sümüklüböcekler, üzerinde yaşadıkları mercanların rengini aldıklarından fark edilemezler. Bu canlıların mercanlarla aynı renkte olmalarının tek sebebi alglerdir.

Mercanlarla beslenen bu canlılar, mercanı sindirirken onun dokusunda bulunan algi ayırır ve onu canlı tutarlar. Sümüklüböcek bunu yapabilecek özel bir mekanizmaya sahiptir. Bedenine aldığı algi karnından dış yüzeyinde bulunan dokungaçlarının içine doğru hareket ettirir ve orada canlı olarak kalmasını sağlar. Bu yöntemle savunmasız olan deniz sümüklüböceği mükemmel bir kamuflaj sağlamış olur.79 Sümüklüböceğin, bünyesine aldığı alg sayesinde artık rengi değişmiş ve çevredeki avcılar tarafından tanınması güçleşmiştir.


Acaba bir sümüklüböcek "renk" görebilir mi? Mercanın renginden haberdar mıdır ve onun rengini aldığında düşmanları tarafından fark edilemeyeceğini düşünebilir mi? Mercanlara renklerini veren canlıların algler olduğunu nasıl bilebilir ve yediği besin içinden algi ayrıştırması gerektiğini nasıl anlar? Bu canlıyı vücudunda nasıl canlı tutabilir ve dokungaçlarına kadar nasıl hareket ettirir?


Bu korunmayı sağlamak için öncelikle tehlikeden nasıl bir yöntemle kaçabileceğini hesap etmesi, daha sonra mercanın içindeki renkli maddenin kaynağını araştırması, bunun kendi içinde sindirilmesini engelleyecek enzimler üretmesi ve bunu dokungaçlarına kadar taşıyacak bir mekanizma meydana getirmesi gerekmektedir. Bu saydıklarımız son derece detaylı ve bilimsel işlemlerdir. İnsanın uzun araştırmalar yapmasını ve çalışmasını gerektiren bu işlemler, kendinden ve çevresindeki diğer yaşamdan habersiz bir sümüklüböcek tarafından kolaylıkla, yaşadığı "her an" ve türünün tüm bireyleri tarafından gerçekleştirilmektedir. İnsanın başaramadığı bütün bu mucizevi işlemleri bu küçük canlı keşfetmiştir ve yaptığı işleri kusursuzca başarır.

Algler-Denizanaları

| | Comments: (0)
Bazı bölgelerde denizler veya denizin bir Bazı bölgelerde denizler veya denizin bir bölümünün meydana getirdiği su birikintileri, besin yönünden oldukça fakirdir. Tıpkı mercanlar gibi böyle bölgelerde yaşayan denizanaları da ihtiyaç duydukları besini adeta nereden bulacaklarını bilircesine, hemen bünyelerine alacakları bir alg ararlar. Denizanaları normal şartlarda bulundukları sularda dokungaçları sayesinde küçük balıkları ve diğer hayvanları yakalayarak beslenen canlılardır. Ancak verimsiz denizlerde bu olanaklar yoktur, bu nedenle alglerle ortak bir yaşam içine girerler. Dokungaçları sayesinde algleri fark eder ve bunları sindirmeden bedenlerinin içine alırlar.


Gerekli enerjiyi alabilmek için denizanaları, sabah erkenden güneş enerjisini en fazla alan bölgede suyun yüzeyine çarpan ışığa doğru yönelirler. Güneş gökyüzünde doğudan batıya doğru hareket ettikçe denizanaları bu hareketi izlerler ve güneşin yöneldiği yöne doğru dizilirler. Bu büyük topluluk suyun altında 700 cm. kadar derinliğe uzanan dikey bir duvar meydana getirir. Bu dikey duvar, güneş ışığının suya vurduğu alanda oluşur. Eğer karanlık sular içinde ağaçların arasından sızan bir güneş ışığı çizgisi meydana gelirse, denizanaları bu fırsatı da kaçırmazlar ve güneş ışığının oluşturduğu bu hat boyunca "her biri güneş ışığını görecek şekilde" sıralanırlar. Kısacası güneş ne tarafta ise, denizanaları o bölgededir. Amaç sadece kendilerini besleyen fotosentetik canlılara gerekli olan enerjiyi sağlayabilmektir. Aynı bölgede güneş almayan karanlık sularda ise denizanalarından eser yoktur. Güneş iyice battığında denizanaları bulundukları su kütlesinin merkezine gelirler. Karanlık bastığında ise algleri, kendi ürettikleri veya suyun içinde bulunan nitratlarla beslerler.

Algler ve Mercanlar

| | Comments: (0)

Mercanlar yaşamlarını sürdürebilmek için alglerle ortak bir yaşam sürerler. Mercanların üzerine yerleşen tek hücreli algler mercanlara sahip oldukları güzel renkleri verirken, aynı zamanda onların beslenmelerini de sağlarlar. Algler, mercan kayalarının gelişimi için gerekli kireç oluşumunu hızlandırmakta ve aynı zamanda bu canlıların üst yüzeylerini tuzlu suyun aşındırıcı özelliğine karşı korumaktadır.


Mercan, tüm besin gereksinimini kendine özgü bir sistem ile alır. Bu canlılar kendi hücrelerinden alglerin derilerini zayıflatan hazmettirici bir çözelti salgılarlar. Bu yöntem ile algler tarafından fotosentezlenmiş tüm besinlerin %80'i dışarı çıkar ve mercanın kendi hücrelerine girer.74 Mercanın izlediği bu yöntem aslında son derece şuurludur. Mercan, algin kendisi için son derece değerli bir besin kaynağı olduğunu bilmektedir. İşte bu nedenle kendi ihtiyacı olan besini elde etmek için eritici madde salgılarken, algin tümüyle ölmesine izin vermez. Salgılanan miktar sadece istenen enerjinin açığa çıkmasına yardımcı olacak kadardır.


Alglerin meydana getirdiği fotosentez işlemi aynı zamanda suyu oksijen bakımından da zenginleştirir. Oksijen ile zenginleşen su, canlılık zincirini de genişletir. Hayvanların artıkları ve bakteriler sayesinde nitrojen seviyesi de artar. Bu da verimliliğin ve canlılığın artışı demektir. İşte Kızıldeniz içinde bir yaşamın var olmasının nedeni budur.

Bu ilişkiden elbette alglerin de faydalandıkları yönler vardır. Mercanlar normal şartlarda CO2 ve amonyak salgılarlar. Bu maddeler algler için mükemmel bir besin ve gübre kaynağıdır. Aynı zamanda alg, yaşamak için nitrat ve fosfata da ihtiyaç duymaktadır. Bu maddeler de mercanların atıklarında bulunan maddelerdir.75 Mercanların atıkları vardır, çünkü bilindiği gibi mercan bir bitki değil, bir hayvandır. Dolayısıyla mercanın dokularında alglerin yaşayabilmesi için gerekli olan tüm hammaddeler bulunmaktadır. Yani alg, içinde yaşadığı bu canlı sayesinde besinini hiç çaba harcamadan elde eder. Ayrıca artık düşmanlarından korunacağı bir sığınağa da sahiptir.


Alglerin mercanlara sağladığı faydalar bunlarla da sınırlı değildir. Algler, yöntemi henüz belirlenememiş olmakla birlikte mercanların iskeletini oluşturmakta ve bu iskeletin büyümesini sağlamaktadırlar. Bu önemli bir yardımdır, çünkü mercanlar, ancak kendi iskeletlerini oluşturmak ve büyütebilmek şartıyla yaşayabilirler. Algler bununla da kalmaz hem kendilerini hem de içinde yaşadıkları bu canlıları zararlı olan ultraviyole ışınlardan korumak amacıyla yüksek faktörlü güneş kremi etkisi gösteren kimyasal bir madde üretirler. Özellikle gelen ışınların çok güçlü olduğu tropikal bölgelerde salgılandığı için bu madde büyük bir önem taşımaktadır.76 Küçücük bir alg hücresi, sıcağın zararlı etkilerini adeta tahmin edercesine bir tedbir almaya karar vermektedir. Üstelik bunu yapabilmek için kimyasal yöntemler kullanır. Bütün bu yönleriyle baktığımızda detaylarını anlattığımız bu ortak yaşam, dünyadaki en iyi ve en gelişmiş simbiyozdur.


Maksimum 29 derecelik sıcaklıkta yaşayabilen mercanlar, suyun sıcaklığının 34 dereceye çıkmasından rahatsız olduklarında bir reaksiyon gösterir ve algleri üzerlerinden atarlar. Bu tepkileri mercanları ölüme götüren ilk adımdır. Bundan sonra boşalan mercan katmanlarına süngerler ve yabancı algler yerleşirler. Ortak bir yaşam sürdükleri mercanlardan ayrılan algler, mercanların sahip olduğu güzel renkleri de alır götürürler. Sonuçta mercanların rengi yeşil ve kahverengiye dönüşür. Yabancı maddelerle kaplanmış, gözalıcı rengini kaybetmiş olan mercanlar, alglerin koruyucu özelliklerinden de mahrum kalmışlardır. Tuzlu suyun aşındırıcı etkilerine artık açıktırlar. Mercanlardan geriye sadece kireç ve inorganik albuminler kalır. Geçen yıllar ve suyun hareketi ile bunlar da erozyona uğrayarak kuma dönüşür. Isı artışı 4 hafta sürerse, mercanların yaşamaları için gerekli algleri bulmaları ve dolayısıyla yaşayabilmeleri imkansız hale gelir.77




Özel Bir Alg Türü: Diatomlar

| | Comments: (0)

Diatomlar çift kabuğa sahiptirler. Kabukları silisyum içerdiğinden serttir. Bu nedenle muntazam ve oldukça güzel düzenlenmiş şekilleri vardır. Vücutları ortadan geçen bir hatla son derece simetrik bir şekilde ikiye bölünmüştür. Simetrik bölmelerin her ikisinde de yine birbiri ile simetrik muntazam şekiller bulunmaktadır. Sahip oldukları simetri, kusursuz bir geometri sergiler ve üstün bir tasarım harikasıdır. Birbirinden farklı şekilleri büyük itina ile hesaplanmış oranlara sahiptir ve bu canlıların üstün bir tasarımcının benzersiz bir eseri olduğunu açıkça göstermektedir. Diatomlar bu yönleri ile mikroorganizmalar içinde en kusursuz ve en simetrik yapıya sahip olan, birer sanat eseridirler.


10.000 yaşayan ve 15.000 kadar da soyu tükenmiş diatom türü tanımlanmıştır. Bunlar ve diğer fotosentetik algler tropik okyanusların besin zincirlerini oluşturmaktadır. Her yıl 130.000 tonluk organik karbonun, yani canlıların ihtiyacı olan temel besin maddesinin üretilmesinden sorumludurlar. Bu üretim, dünya ekolojisi için oldukça önemlidir. Diatomlar, yaptıkları fotosentez işlemi ile karbondioksitin de en önemli tüketicilerindendir.


Dünyanın ekolojisine katkıda bulunan, fotosentez yaparak kendi besinini üreten ve aynı zamanda oksijen üretimini sağlayan bu canlının yaklaşık 25 mikron büyüklüğünde mikroskobik bir canlı olduğunu hatırlatmakta yarar vardır. Bu mikro canlının sağladığı diğer faydaları ise şöyle özetleyebiliriz. Diatomlar pek çok balık ve balina gibi suda yaşayan canlılar için önemli bir besin kaynağı oluşturmaktadır. Aynı zamanda balık yağında bulunan D vitaminini de sağlamakla sorumludurlar. Allah bu küçük canlıyı balığa rızık olarak yaratmış, ardından onu balığa ve balığı besin olarak kullanan insana yararlı hale getirmiştir. Bilindiği gibi, balık yağı insanın gelişimi için oldukça değerli bir besindir.


Bunların yanı sıra diatomlar endüstriyel olarak da kullanılmakta ve çeşitli maddelerin filtre edilmesini ve yalıtılmasını sağlamaktadırlar. Bu canlılar özellikle silis, nitrat ve fosfatın canlılar için kullanılabilir hale gelmesinde de son derece etkilidirler. Hatta belirli şartlar altında kirli su kaynaklarının saf hale getirilmesini de sağlayabilmektedirler.73


Bu işlemlerin pek çoğu günümüzün laboratuvar şartlarında bile gerçekleştirilemezken, bir hücre zarı ve kloroplasttan ibaret olan tek hücreli bir canlının adeta bir kimya laboratuvarı gibi çalışması elbette onun kendi becerisi değildir. Onun, dışarıdaki karbondioksitten, ürettiği oksijenden, karbonun canlılar için öneminden, balık yağındaki D vitamininden haberi bile yoktur.öyleyse bu canlılara bu işlemleri yaptıran nedir?

Algler İklimi Sabit Tutar

| | Comments: (0)
Alglerin büyük bir bölümü dimetilsülfit (DMS) adı verilen bir gaz üretir. Bu gaz, daha önce de kısaca belirttiğimiz gibi, denizin hemen üstündeki havada oksijenle reaksiyona girerek katı taneciklere dönüşür. Böylelikle bulutlar meydana gelir. Başka bir deyişle, algler kendi bulundukları bölgelerde bulutların oluşumundan da sorumludurlar. Bu bulutlar da güneşten gelen radyasyonu geri yansıtarak gezegeni olması gerekenden daha soğuk, yani şimdiki ısısında tutar. Dolayısıyla algler, gezegenin ısısını dengeleyecek kadar etkili ve önemli bir özelliğe sahiptirler.

Atmosfer ısınmaya başladığında alglerin aktivitesi artar ve DMS, yani dimetilsülfit gazı üretmeye başlarlar. Alglerin bu maddeyi nasıl ve neden ürettikleri henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Bir görüşe göre DMS hücrenin salgıladığı bir atık maddedir. Diğer bir iddiaya göre de hücreler zarar gördüklerinde düşmanlarına karşı korunmak için toksik, yani zehirli bir asit salgılamaktadırlar. Virüs veya planktonların saldırılarına uğrayan bir alg işte bu nedenle büyük miktarda DMS salgılar. Bu hipotez doğrulansa da bir algin bu maddeyi neden bazı zamanlarda fazla miktarda bazı zamanlarda da az miktarda salgılandığı henüz anlaşılamamıştır. Bu canlının söz konusu maddeyi salgılaması, daha çok ihtiyaca yönelik olmaktadır. Algler sıcaklığa göre üretim miktarını değiştirmektedirler. Hedef, yeryüzünün soğutulması olduğundan algler, DMS üretimini tropik bölgelerde daha fazla, daha soğuk bölgelerde daha az yapmaktadırlar.


Bu organizmalar olmasaydı Dünya çok daha sıcak bir yer olacaktı. Nitekim söz konusu üretim sonucunda gezegenimizde 400C'ye varan bir soğuma meydana gelmektedir. Bu soğuma alglerin de işine yarar.


Eğer soğuma olmazsa, iyice ısınan okyanusun üst katmanları soğuk olan alt katmandan ayrılacak ve böylece yüzeyde bulunan alglerin derinlerdeki besinlere ulaşması imkansız olacaktır. İşte bu nedenle algler antifiriz etkisi gösteren bu maddeyi salgılarlar. İlginç olan, tropik okyanuslarda yaşayan bu canlıların neden antifiriz üretmeye ihtiyaç duyduklarıdır.

Algler ve Özellikleri

| | Comments: (0)


Bu mikro canlıların insanlardaki gibi bir beyni yoktur, insanlar gibi düşünemez ve akıl kullanamazlar. Bedenleri ancak mikroskop altında görülebilen tek veya biraraya gelmiş birkaç hücreden ibarettir. Ancak bünyelerinde kendileri için yaratılmış olan mikroskobik bir fabrika ile ekolojik sistemin en önemli gereksinimlerini karşılarlar; oksijen ve besin. Şimdi mikro dünyanın bu kapsamlı işlevlere sahip elemanlarından en önemlisini, yani algleri daha yakından inceleyelim:

Algler sığ sularda yaygın olarak bulunan organizmalardır ve sıcak su kaynaklarından buz ve kar yüzeylerine kadar güneş ışığı gören her su yüzeyinde yaşayabilirler. Alg hücresi, renkli ve renksiz kısım olarak iki bölümden oluşur. Renksiz kısımda DNA ve bazı alglerde çekirdek bulunurken, bu bölümü çevreleyen renkli kısımda RNA ve renk veren çeşitli pigmentler bulunmaktadır.

Özel alg grupları içerdikleri pigment türü, hücre duvarları ve hareketliliklerine göre birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Algler, klorofil içeren yeşil veya mavi-yeşil renkte ya da kahverengi ve kırmızı olabilmektedirler. Kahverengi ve kırmızı olanlar yalnızca klorofil içermez, ayrıca yeşil rengi gizleyen karoten gibi pigmentleri de içerirler.69 Algler ince ve katı bir hücre zarına sahiptirler. Bazı algler flagella adı verilen tüycüklerle hareket ederler. Hücrenin içinde kompleks bir çekirdek bulunmaktadır. Klorofil ise fotosentezin ışık reaksiyonlarını gerçekleştiren özel bir zar ile çevrilmiş, daha doğrusu korunmuş durumdadır.


Alglerin fotosentez dışında gerçekleştirdiği diğer önemli işlerden bir tanesi, içinde bulundukları suyun organik maddelerini büyük miktarda artırmalarıdır. Bu yolla suda yaşayan organizmaların besinlerini artırmaktadırlar. Dolayısıyla alglerin bulunduğu sular son derece verimli ve diğer canlıların yaşaması için oldukça elverişlidir.


Algler aynı zamanda suların yenilenmesi açısından da temizleyici bir rol oynarlar. Doldurucu, hatta yapıcı özelliklere sahip olanlar, kıyı ve diplerin biçimini ve niteliğini değiştirirler. Suda yaşayan hayvanlara besin olur, onlar için besin üretir ve bu yönleriyle okyanus ortamında beslenme zincirinin temelini oluştururlar.

Bazı algler temel enerji olarak ışık ve CO2 kullanırlar. Kimileri ise basit organik maddelerden karmaşık organik maddeler üreterek bunlarla beslenirler. Alglerin kullandıkları ve ürettikleri enerjinin miktarını anlayabilmek için şu örneği verebiliriz. Atlantik Okyanusu'ndaki günlük enerji zincirinde, bir yaz gününde okyanus yüzeyine güneşten ulaşan enerji miktarı 2 milyar kaloridir. Bu enerjinin %99.5 yansıtılır ve dağıtılırken sadece %0.5'lik bir oran 1.670.000 gr. besin üretmek amacıyla tek hücreli algler tarafından kullanılır. Algler bunun %32'sini karbondioksit olarak alır, %8'ini ise organik madde olarak eritir ve dışarı atarlar.70 %8'lik oran, gezegenin ihtiyacı olan organik madde miktarıdır. Söz konusu döngü ile bu organik madde diğer canlılara iletilmiş olur.


Algler özellikleri bakımından da çok yönlü olarak kullanılmaktadır. Çeşitli yiyeceklerin, ilaçların ve diğer endüstriyel ürünlerin kullanımında doğrudan kullanıldıkları gibi, çeşitli ürünlerin yapımında da çok önemli bir etkendirler. Bu ürünler, çeşitli yiyeceklerin, tıbbi ve kozmetik ürünlerinin yapımında da kullanılmaktadır.

Virüsler Çok Çeşitlidirler

| | Comments: (0)

Virüs genetik yapıya sahip bir organizmadır, ama sahip olduğu genetik bilgiyi kendi kendine çalıştırma kapasitesi yoktur. İşte bu nedenle tek başınayken "canlı" özelliğine sahip değildir. Canlı kategorisine bile çeşitli koşullar altında kabul edebildiğimiz bu organizmanın gen yapısı ise inanılmaz bir çeşitlilik gösterir. Bir virüs oldukça fazla sayıda harfin biraraya getirdiği bir genoma, yani bir DNA yapısına sahiptir. Daha ilginç olan bir başka özelliği ise, her virüs genomunun benzersiz olarak "tek" olmasıdır.

Virüsler boylarına göre çeşitli harf sıralamalarına sahiptirler. Örneğin Hepatit B virüsü 3200 nükleotidden, yani harften oluşmaktadır. HIV virüsünün ise nükleotid sayısı 10.000'dir. Uçuk meydana getiren Herpes gibi daha büyük virüslerin ise DNA'larını oluşturan nükleotid sayısı yaklaşık 100.000 civarındadır. Büyüklüğü ancak mikron ile ifade edilen bu canlı sahip olduğu yegane organeli olan DNA'sında saklı olan bu harfler sayesinde üreyebilmekte, farklı bir hücreye girerek yaşaması gerektiğini öğrenmektedir. Virüsün sahip olduğu tüm özellikler DNA'sında saklı olan bu şifrelere sığdırılmıştır.

Üstün becerileri sayesinde virüsler, çok kısa bir zaman içinde kendi genetik niteliklerini değiştirebilme özelliğine de sahiptirler. Aynı hastalık, virüslerin nitelik değiştirmeleri sonucunda farklı biçimlerde kendisini gösterebilmekte ve söz konusu ani değişiklikler nedeni ile bu hastalıklara karşı bir tedbir alınamamaktadır.

Tedbir alınamamasının nedeni, virüsün yeni hali ile kendisini sezdirmeden hücreye sızabilmesinden ileri gelmektedir. Normal şartlarda daha önce ortaya çıkmış olan virüsleri vücudun tanımasını sağlayan ve virüslere karşı tek önlem gibi görünen aşılar, virüsün kendisini değiştirmesi sonucunda etkisiz kalmaktadır. Aşı ile vücuda tanıtılmış olan bir virüs, vücuda hastalık yapmak üzere girdiğinde savunma sistemi tarafından "düşman" olarak algılanmakta ve daha başlangıç aşamasında yok edilmektedir. Aşılar, aynı hastalığı yapan fakat kendi genini değiştirmiş olan yeni virüsü tanıyamamaktadır. Nitekim grip hastalığı için geliştirilmiş bir aşı bir sonraki sene hiçbir işe yaramaz, çünkü gribe neden olan virüs her sene yeni bir şekle girmektedir. Bu durum AIDS'e yol açan HIV virüsü için de geçerlidir kuşkusuz. Ancak HIV virüsü kendisini o kadar hızlı yeniler ki, üretilen aşının ömrü 1 günü dahi tamamlayamamaktadır.

Burada virüsün sahip olduğu üstün ve akılcı yeteneği görmemek mümkün değildir. Bir virüsün üreme ve kendisini değişikliğe uğratma hızı o kadar yüksektir ki, bu mikroskobik canlı söz konusu özellikleri ile insan aklına ve teknolojisine üstün gelmektedir. Orta hızdaki bir virüs günde 10.000 yavru virüs üretebilir. Eğer ilk gün tek bir virüse sahipseniz, ikinci gün 10.000, sonra 10.000x10.000, daha sonra 10.000x10.000x10.000, yani 1000 milyar virüse sahip olursunuz. Örneğin HIV virüsü vücuda girdiğinde mevcut virüslerin yarısından fazlası savunma sistemince 5 günden kısa sürede yok edilmektedir. Ancak aynı süreç içersinde bir o kadar da yeni virüsler ortaya çıkar. İçlerinden en az biri bağışıklık sistemince tanındığında diğerleri farklılaşacaktır. Organizmanın saldırılarına karşı ayakta kalacak ve gelecek virüs popülasyonunun ilk elemanı olacaktır.

Virüs Vücuda Nasıl Yerleşir?

| | Comments: (0)

Bir virüs, bir hücreye girerek onun çalışma düzenini kendisine hizmet etmeye yönelik olarak değiştirebilme yeteneğine sahip bir canlıdır. Hücrelerden birine girmeden önce virüs, ayakları ile söz konusu hücrenin kendisi için uygun olup olmadığını anlar. Eğer hücre uygunsa kendi DNA'sını ya da başka bir deyişle "kendisini" hücrenin içine boşaltır. Hücre, kendi içine giren bu yeni DNA'yı genellikle yadırgamaz. Dolayısıyla onun yabancı bir madde olduğunu anlamaz. Tespit edemediği bu yabancı maddeye karşı savaş da açamaz. Hücre, virüsün DNA'sını, DNA'nın hücrede bulunması gereken yere, yani doğruca çekirdeğin içine taşır. Virüs, burada hücrenin kendi DNA'sına karışır. Bu aşamadan sonra hücre protein ürettiğini sanarak bu yeni virüs DNA'sını çoğaltmaya başlayacaktır.

Hücre içinde gizlenen bu DNA molekülünü fark edebilmek gerçekten de zordur. Bu, 20 ciltlik bir ansiklopedinin herhangi bir yerine yerleştirilmiş yarım satırlık bir bilgiyi aramaya benzer. İşte bu nedenle hücre durup dinlenmeksizin bu virüsün üretimine devam edecektir

Hücre hassas dengeler içinde, hassas işlemler gerçekleştiren bir organizmadır. Hassas yapısına dahil olan farklı bir DNA ile artık tüm düzeni bozulacaktır. O, yerine getirmesi gereken işlemleri kusursuzca yapmaya devam eder, ama ortaya çıkan sonuç vücudun tüm sistemini altüst eder. Eğer bozuklukların önemi azsa içlerinde virüs olan hücreler virüsün çekirdek kısmını kendi kromozomlarına eklerler ve farklı şekilde bölünmeye başlarlar. Bu, hücrenin kontrolsüz çoğalmasıdır ve söz konusu hücreler kısa bir süre sonra kanser hücrelerine dönüşürler.65 Bu düzensizlik kimi zaman insanın hayatına malolabilir. Kimi zaman da virüsler, kendi varlıklarına dair herhangi bir belirti göstermeden insan hücresine yerleşir ve orada sessizce beklerler. Burada hiçbir faaliyette bulunmaz, kendilerini sezdirmeden günlerce, hatta yıllarca saklanırlar. Virüsün buradaki amacı, bağışıklık sisteminin zayıfladığı bir anı kollamaktır. Vücudun kendisine direnç gösteremeyeceği bir anda virüs, sinsi hareketini yapar ve hücre içindeki faaliyetini başlatır.

Asıl şaşırtıcı olan kendi DNA'sı dışında hiçbir yabancı maddeye geçiş izni vermeyen hücre gibi bir organelin nasıl bir virüsün oyununa gelebildiği, virüsün bunu hangi güç ve olanaklarla yapabildiğidir. Virüs, hücrenin içine girerek kendisine bir yer edinmekle kalmamakta, aynı zamanda hücrenin imkanlarını kullanarak üreyebilmektedir. Burada sergilenen şuurlu davranış bilim adamları tarafından hala anlaşılamamaktadır

Hücre, içine giren virüsün etkisiyle ölüme doğru gider, ama parçalanmadan önceki son anına kadar tüm enerjisini içindeki bu yabancı madde için harcayacaktır. Nitekim hücre ölüp parçalandığında, artık üremiş ve son derece güçlenmiş olan virüs, diğer hücrelere doğru yayılır.

Bu istilanın hızı gerçekten de hayret vericidir. Kimi salgınlar, sadece insanları değil, kitleleri birkaç günde ortadan kaldıracak kadar güçlü virüslerin sayesinde meydana gelmiştir. Örneğin 1918 yılında ortaya çıkan bir grip salgını 20 milyondan fazla insanı, hastalığın belirtileri ilk ortaya çıktıktan sonraki saatler içinde öldürmüştür.66
Tek bir virüsün gerçekleştirdiği bu şuurlu olay üzerinde biraz durup düşünmek gerekir. Virüs adını verdiğimiz ve sadece bir dış kabuk ve DNA'dan ibaret olan canlı, milyonlarca sene sessiz kaldıktan sonra nereden emir alarak, başlama kararını nasıl ve ne zaman vererek hücre içine girmektedir? Adeta bir taş gibi cansızken, hücre içinde nasıl canlanmakta ve üreyebilmektedir? Cansız geçirdiği yıllar boyunca onun varlığını muhafaza eden unsur nedir? Dahası, bir virüs insan vücudundaki bir hücreye girerek tüm vücudu istila edebilecek bir bilgiye nasıl sahip olabilir? Bu bilgi söz konusu canlının neresinde saklıdır? Bu canlı bu bilgiyi nasıl kullanabilir?....

Virüslerin Şekilleri

| | Comments: (0)

Virüslerin yapılarını yakından incelediğimizde mükemmel tasarımlara sahip olduklarını görürüz. Virüs kabuğunu oluşturan moleküller, virüse adeta bir mücevher görünümü verirler. Her bir tür virüs kendine has geometrik dizaynıyla hayranlık uyandırıcı şekiller meydana getirir. Doğadaki bütün yapılarda olduğu gibi, virüs inşasında da belirli kurallar ve ölçüler söz konusudur. Virüslerin sahip olduğu bu tasarımın kuralları "kübik simetriyle" belirlenmiştir. Çeşitli bilim adamları bu mimari tasarımın kurallarını ve yapısını çözmek için uzun yıllar boyunca araştırmalar yapmışlardır. Bu geometri kuralları sonucu ortaya çıkan şekillere ikosahedron adı verilmektedir. Böyle örnek bir yapıda, eşkenar üçgenden oluşmuş 20 yüzey olacaktır.

Farklı virüsler, altıgen, beşgen gibi farklı geometrik şekilleri kullanarak, çok yüzeyli, simetrik dış kabuklara sahip olmaktadırlar.

Bazı virüsler ise boru veya silindir şekline sahiptirler. Bu tür virüslerde ise sarmal simetrinin kuralları geçerlidir.
Yeni keşfedilen virüsleri, x ışını analiziyle ve diğer karmaşık metodlarla mikroskop altında incelemek bilimin 30 yılını almıştır. Bir başka deyişle, kendi yöntemleri ile tüm canlılığı etkisi altına alan, insanların kitle halinde ölümlerine yol açan, ama aslında yalnızca bir hücre zarı ve DNA'dan oluşan bu canlı, henüz geçtiğimiz yüzyılda keşfedilebilmiş ve o dönemden itibaren 30 yıl boyunca anlaşılmaya çalışılmıştır. Ancak bu aşamaya gelene kadar sayısız topluluk binlerce insanı ile, birbirinden farklı şekillerde bu mikro canlıların öldürücü veya hastalık yapıcı etkisi altında kalmışlardır. Yani bu mikro canlı, insanların varlığından bile haberi olmadığı milyonlarca sene boyunca, birazdan detayları ile göreceğimiz aynı inanılmaz yöntemleri kullanmışlar ve aynı işbölüm ü ile hareket etmişlerdir. İşte bu,virüsleri varedenin ilminden kaynaklanmaktadır.

Virüsler

| | Comments: (0)

Virüs dediğimiz mikroskobik canlı, insan vücudunun en büyük düşmanıdır. Virüs, insan vücudundaki herhangi bir hücreyi kendisi için bir sığınak olarak kullanır, burada çoğalır ve kimi zaman insanın ölümüne yol açabilir. Bir virüs, proteinden bir kabuk ve kabuğun içinde kendisine ait bilgileri içeren genetik şifrelerden (DNA ve/veya RNA) oluşur. Tek başına hayat belirtisi gösteren bir fonksiyonu veya organeli yoktur. Enerji üretebilecek veya protein sentezleyebilecek bir sistemi yoktur. Dolayısıyla bu önemli işlevleri yerine getirebilecek canlı bir hücrenin varlığına muhtaçtır. İşte bu nedenle bir virüs milyonlarca yıl hiç bozulmadan ve hiçbir hayat belirtisi göstermeden olduğu yerde kalabilir.

Bu bekleme sırasında yapısında bir değişiklik olmaz veya bozulmaya uğramaz. Uzun süre bekledikten sonra bir organizma ile karşılaştığında hemen canlanır ve hareketlenir. Artık o, sanki planlar yapabilen, strateji geliştirebilen, akıl kullanan şuurlu bir canlıdır. Bu olağanüstü değişimin tek nedeni ise, Allah'ın canlıya hareketlenmesi gerektiğini ilham etmiş olması, ona hayat vermesidir. Kuşkusuz başka hiçbir güç, hiçbir ilim, hiçbir teknolojik mekanizma, bu olağanüstü şuurlu davranışlara sebep olamaz.Bir virüs oldukça uzun bir süre cansız bir kristal halinde durur. Onu uyandırabilmek için tek gereken şey içine girip enfeksiyona uğratabileceği savunmasız bir hücrenin sıcaklığı ve nemidir. Bu hücrenin içine yerleştiğinde bazen bir saat içinde kendini 100 kez çoğaltabilir. Bazen kendi genetik yapısını değiştirerek bir yıl içinde 20 milyon insanı öldürecek kadar farklılaşabilir. Böylesine güçlü ve ölümcül etkilere sahip olan virüsler o kadar küçüktürler ki, 1018 tanesi (10'un yanına 18 sıfırın gelmesiyle oluşan sayı) bir pinpon topunun içini ancak doldurur. Eğer evrenin başlangıcından beri saniyede bir virüs pinpon topunun içine atılıyor olsa idi şu an ancak topun yarısı dolmuş olurdu. Tabii her virüsün büyüklüğü aynı değildir. Bazıları söz konusu virüslerden binlerce kez daha büyüktür, ama yine de bir pinpon topunu doldurmaları 30 milyon yılı gerektirir, diğerleri ise 80 kez daha küçüktürler ve topu 2 trilyon yılda bile dolduramazlar.64

Bakteri Direnci

| | Comments: (0)
Vücudumuza giren bakterilerin bir kısmının faydalı olduğunu bir kısmının da hastalıklara neden olduğunu biliyoruz. Hastalıklara neden olan bakterilerin ortadan kaldırılabilmesi için kullanılan yegane yöntem antibiyotiklerdir. Vücuda çeşitli şekillerde verilen antibiyotiklerin bazısı bakterileri "öldürür", bazısı da onların gelişmelerini ve üremelerini önler. Görevini tamamlayan antibiyotik temizlik işini de vücudun savunma sistemine bırakır. Örneğin kimi antibiyotikler bakterinin zarını hedef alırlar. Bu antibiyotikler bakterinin kendisini dış etkilerden koruyacak bir kabuk oluşturmasını önlerler. Böylelikle bakterinin içine sıvı hücumu olur ve hücre patlayarak etkisiz hale gelir.
Kimi antibiyotikler ise hücreye giriş çıkış yapan yaşamsal maddelerin hücre içindeki düzeylerini değiştirirler. Bilindiği gibi hücre zarı, hücreye faydalı şeyleri ayrıştırarak hücrenin içine alan, zararlıları ayıran ve atıkları da dışarıya ileten "seçici geçirgen" bir yapıya sahiptir. Antibiyotik etkisini, bakterinin hücre zarının bu özel geçirgenliğini değiştirerek gösterir. Böylelikle zar seçici geçirgenlik özelliğini kaybeder. İçine besin alamayan ve zararlı maddelerin girişine açık olan bakteri kısa süre sonra ölür.
Bazı antibiyotikler bakterilerin proteinlerini hedef alırlar. Proteinler hücrelerin yaşamsal işlevlerini gerçekleştirirler. Dolayısıyla olmamaları durumunda yaşamsal işlevler aksar. Bu aksama kaçınılmaz olarak bakterinin ölümü ile sonuçlanır. Proteinlerin üretimini ise hücrede ribozom yapar. Antibiyotiklerin görevi, ribozomun sistemini bozarak protein üretimini yavaşlatmak, hatta yanlış proteinler üretilmesini sağlamaktır. Başka bir antibiyotik ise yine proteinlerin oluşması için gerekli olan nükleik asitlerin üretilmesini engeller.59 Nükleik asit üretilemediğinde yine bakteri protein yokluğundan ölmüş olacaktır.
Sonuçta antibiyotikler bizleri zararlı bakterilerden koruyabilir. Bunun için gerekli olan, normal şartlarda bakterinin yapısını bilmek ve buna uygun bir antibiyotik üretebilmektir. Ama bu hiç de sanıldığı kadar kolay olmaz. Bakterilerin antibiyotiklere karşı geliştirdikleri çeşitli taktikleri, kendilerini koruma biçimleri vardır. Bakteriler, yani birkaç mikron büyüklüğündeki bu tek hücreli canlılar, yine akıllı davranarak sayısız insanın laboratuvar şartlarında üstün teknoloji kullanarak ürettikleri antibiyotiklere karşı, kendi genlerini değiştirerek birkaç saniye içinde direnç gösterebilirler.